24.10.12

3.. 2.. 1.. ve bitti...


Vakit tamamdı. Biraz sonra terkedilecektim.

Boğazıma bir düğüm saplanma zamanı artık gelmişti. Ne kadar dirensem de beni dinlemeyen yüzümün ağlamaklı bir hal alma zamanı gelmişti. Dudaklarımın ve çenemin istemsizce titreme zamanı; kalbimin bir anda hızlanarak göğüs kafesimi delercesine çarpma zamanı ve gözlerimin dolu dolu olma zamanı da gelmişti.

Birazdan “seni artık sevmiyorum” diyecek ve o boğazımdaki düğüme bir düğüm daha ekleyerek kördüğüm yapacaktı. Boğazımın ortasında müthiş bir ağrı oluşacak, bu ağrıyı daha da titreyen dudaklarım ve en sonunda da gözlerimden boşalan yaşlar takip edecekti... Her şey tamamdı. Bütün her şey hazırdı. İkimiz de görevlerimizi yapacaktık.

O “hoşçakal” diyecekti ve ben ağlayacaktım.


Daha küçücük çocukken; mahallenin çocuklarıyla normal bir futbol topu bulamadığımız zaman havası hafif inmiş, ağır bir basketbol topuyla oynadığımız maçlar olurdu. Basketbol topuyla futbol oynamak meşakkatlidir. Her pas atışınızda ya da şut çekişinizde ayaklarınızdaki kemikler sızım sızım sızlar. İşte yine böyle kemiklerimiz sızlayarak oynadığımız bir maçtaydık. Biraz önce rakip takımın kalesinin önünde topla bayağı bir debelenmiş ve en sonunda topu kaptırmıştım. Topu alan çocuk hızla bizim kaleye yöneliyor ve bizim kaleci de “la defansa koşunsana amuğaagoduklarım” diye bağırıyordu. Biraz önce topu kaptırmanın verdiği hırsla defansa yardım etmeye koştum. İnsan hata yapıp kendini suçlu hissedince bu hatasını kapatmak için canhıraş bir şekilde çabalıyor. Ben de canhıraş bir haldeydim. Topu kapan çocuk koştu, ben de azimle arkasından koştum. Sonunda defanstaki son adamımız o çocuğu yavaşlattı ve ben defanstaki yerimi aldım. İşte her şey o zaman oldu. Çocuk bizim adamı çalımlayıp geçti ve o basketbol topuna ayağının burnuyla abandı. Top mermi gibi suratıma doğru geliyordu. Tırstım… Daha yüzüm tırsma şekline bile giremeden o son sürat gelen ağır basketbol topu suratımda patladı. Suratım feci bir şekilde yanıyordu. Burnum çok acımıştı. Zaten kocaman burnum vardı. En çok acıyan da o olmuştu. O burun acısıyla gözlerimden yaş gelmeye başladı.  Ağladım…  Zaten çocukken bir şey olunca hemen ağlamaya yer ararsınız. Ben de direk o moda girdim. “Anneeaaağğğ” diye ağlaya ağlaya eve gittim…

Birkaç gün sonrasına dönelim. Küçük Bmx bisikletimi sürdüğüm o güne…

Zinciri atan bisikletimden inip yağlı zincirleri tekrar dişliye takmıştım. Zaten ikide bir atardı. O yağlanmış ellerimle tekrar direksiyonu tutup bisiklete bindim ve arkadaşlarımın yanına sürdüm. Arkadaşlarımın bisikleti yeniydi; benimki ise eskimiş, kir pas içindeydi. Sürekli  “bizim bisikletimiz daha yepisyeni gıpgıcır olüüm” diye hava atarlardı. Ben de “olsun benim ki de sizinkinden daha önce vardı abi diceksiniz ona yeaa” diye bertaraf etmeye çalışırdım. Hiçbir zaman yeni eşyalarıyla hava atan çocuklardan olamadım. Hiç hava atabilecek bir eşyam olmadı. Ya da ben beceremedim… Sınıftaki daha yeni alınmış 36 parça pastel boyası olan zengin piçi de hep kıskandım. Ve şimdi yine o tip çocuklarla bisiklet sürüyorduk. Daha sonra bisikletlerin frenine basıp bisikletin kıçını en çok kim kaydıracak diye yarışa girdik. Onların freni tutuyordu. Benim fren pabucu ise artık aşınmış olduğundan tutmuyor, ben de ayağımı arka tekere uzatıp araya sıkıştırarak bisikleti kaydırıyordum. Hepsi sırayla bisikletlerini kaydırmış beni bekliyorlardı. “hadisene olüüm” diye beni çağırdılar. “tamam la geliyom çekilin” diye emektar bisikletimi hızla sürmeye başladım. Sürdüm... Sürdüm... Sürdüm... Sürerken ağzımla “vvııııınnnn” diye araba sesi çıkardım. En sonunda ayağımı tekere sıkıştırıp bisikleti kaydırdım. Sağa doğru manevra yapıp daha şekilli kaydırmaya çalıştım. Şekilli kaydırıp bu sefer hava atan ben olacaktım. Ama olmadı... Yine o hava atanlardan olamadım... Bisiklet yan yattı ve bisikletin altında kalıp sürüklenmeye başladım. Dizlerim ve dirseğim sıyrılmış kanıyordu. Sıyrık acısı çok pistir. Acayip yakar.
Ben yine “anneaağğ” diye ağlıyordum ve çocuklar bana gülüyordu.

Eve gittiğimde anneme hıçkıra hıçkıra ağlayarak yaralarımı gösterdim. Ne olduğunu sordu. Bisikleti kaydırırken düştüm dedim. Annem birden hiddetlendi  “babasının ağzına köy sıçasıca.. ben demedim mi sana kaydırma diye tekerleri aşınıyo diye hı?” diye bağırarak iki tokat da o salladı. Hem sıyrık acısı, hem de tokat acısıyla daha fazla ağlamaya başladım. Ağlarken burnum akıyor, burnumda akan sümükler neredeyse ağzıma girecek gibi oluyordu. Annemden dayak yediğim halde yine “anneeaaaağğğ” diye bağırarak ağlıyordum. Çünkü biliyordum ki o annemdi ve ana yüreği dayanamayacak yaralarımı yine o iyileştirecekti. Hep iyileştirmişti…



İşte yıllar sonra tam da şu anda o malum vakit gelmişti.

Boğazıma bir düğüm saplı haldeydi. Yüzüm artık beni umursamamış, ağlamaklıydı. İnsan ne kadar da çirkin oluyordu ağlarken… Dudaklarım ve çenem istemsizce titremeye başlamıştı; kalbim bir anda hızlanarak göğüs kafesimi delercesine çarpıyordu. Gözlerim dolu doluydu artık…

O yüzüme bakarak “Seni artık sevmiyorum” dedi ve ben basketbol topunu suratıma yedim. Ama bu sefer basketbol topu yerine daha ağır olan o kelimeler vardı. Yüzüm yanıyordu, burnumun direği sızlıyordu.

O  “kendine iyi bak, hayatta mutluluklar” dedi ve ben yıllar sonra o sıyrık acısını tekrar hissettim kalbimde... Kalbim delicesine atarken her seferinde daha da bir acıtıyordu. Dedim ya, sıyrık acısı çok pistir. Acayip yakar. Bu sefer daha derinden yakıyordu. Daha derinden sızlıyordu. “Acaba geçiyor mu bu sızı?” diye düşündüm içimden.

Her şey tamamdı. Bütün her şey hazırdı.

O “hoşçakal” dedi ve ben ağladım…

O giderken, ben çocukluğuma dönmek istedim. Ağlarken “anneeağğ” diye bağırmak istedim. Tokat yemeye bile razıydım… Ama yapmadım. Çünkü biliyordum. Annem bile bu yarayı iyileştiremezdi.

Ben ağlarken etrafta sevgililer mutlu mesut, nispet yaparcasına, bana hava atarcasına el ele geziyorlardı. Onlar hep nispet yapardı. Hep hava atardı. Ben ise hiç hava atamadım… Dedim ya, o çocuklardan hiç olamadım.

O çocukların arkasından hep imrenerek baktım…

Hiç yorum yok: